Misafir Misafir
| Konu: Triangle's History. Ptsi Nis. 26, 2010 8:29 pm | |
|
30.05.1980 Ilık bir mayıs sabahı. Doğumhane kapısının önünde bekleyen, baba ve aile fertleri. İçeride ise, zorluklar içinde bir çırpınış hikayesi. Herkesin gözü, doktorun çıkmasına ve klasikleşmiş olan ter silme olayına odaklanmış. İçeriden gelen birkaç çığlık, biraz ağlama ve ardından gelen bir şaplak sesi. Hemen üstüne, bir bebeğin avaz avaz bağırması ve bir sevinç çığlığı. Hemen üstüne, doktor, üstüne geçirdiği yeşil giysisi, eldivenleri ve ağızını kapatan o şey -adını bilmiyorum - ile dışarı çıkmıştır. Herkesin üzerinde meraklı ve heyecanlı bir bekleyiş var. Doktor, ağzındaki o şeyi çıkartıp, sağ elindeki eldiveni çıkartarak, baş parmağıyla alnındaki bütün teri siler. Hafif neşeli, gizemvari bir ses ile konuşur
-Tebrikler! Bir oğlunuz oldu.
Baba, tuttuğu nefesi, sanki bir şey üflüyormuşçasına dışarı bırakmıştır. Yüzündeki hafif heyecanlı, hafif neşeli ses tonunu, sesine de yansıtarak doktora sorusunu iletir;
-Görebilir miyim? -Tabii ki.
...
Sedyede, doğumdan yeni çıkmış ve havluya sarılmış kanlı bir bebek, ter içinde ve saçları birbirine karışmış, damarları ortaya çıkmış ve kızarmış bir anne vardır. Benim hikayem de böyle başlıyor işte. Zorlu bir savaş verdikten sonra, anne dediğim kucaktayım ve yeni dünyama gözlerimi hafifçe araladım. Daha hiçbir şey algılayamıyorum, sadece duyuyor ve görüyorum. Ama burası, içeriden biraz daha farklı sanki. Orada, neredeyse hiç ses yoktu ve her taraf karanlıktı. Ama şimdi burdayım, annemin gülücükleri ve babamın şefkatli dokunuşlarını hissedebiliyorum. Babam, daha ben anlamadan, kulağıma karışık bir şeyler fısıldadı. Anlamadığım birkaç cümle. Sonradan anladım ne demek istediğini. Söylediği şey; Evan'dı. Artık, büyümeye ve gelişmeye, yeni şeyler öğrenmeye hazırdım. Dışarıdaki dünya ile savaşmaya, güçlüklere karşı hep dik durmaya hazırdım. Benim yaradılış hikayem de bu...
27.01.1990 Şu anda, on yaşımdayım. Hayat gerçekten çok zormuş. Babam, ağır bir hastalıkla pençeleşiyor. Annem, buna yapacak bir şey bulamıyor ve annemde yanlış şeyler seziyorum. Artık babamı sevmiyor galiba. Babam orada ölürken, yaptığı tek şey telefonla konuşmak ve o bu hâldeyken bile gülebilmek. Ondan nefret ediyorum ama kıyamıyorum. İçimdeki duyguların yarısı nefret ederken, yarısı seviyor onu. Kıyamıyorum ama çok sinirleniyorum. Neyse, şu anda babamın yanındayım. Uyuyor şu anda. Elini, iki avucumun içine zorlukla sığdırıyorum ama yanında olduğumu bilmesini istiyorum. Uyanıyor sanırım. Hafifçe gözlerini araladı. İçimi acıtacak şekilde derinden ve içli bir öksürük koydu ortaya. Yüzü, öksürürken ekşimiş, canının acıdığı belli olmuştu. Eli, iki elimi kavramış ve sıkıca sarmıştı. Gözlerini tamamen açtı ve doğrudan gözlerime baktı. Yavaşça gülümsedi ve canının acıyacağını bile bile konuşmaya başladı;
-Merhaba, Evan. Biliyorsun, artık yolun sonundayım. -Böyle konuşma, baba. Daha seni kaybedecek durumda değilim. -Üzgünüm, oğlum. Seni bırakmak istemiyorum, ailemizi bırakmak istemiyorum ama olmuyor. Sen, artık büyüdün. Annen ve ablana, senin göz kulak olman gerekiyor. -Biliyorum, baba. -Evan, kendine, annene ve ablana çok iyi bak. -Hafifçe tekrar öksürdü- Ben artık yokum. Yolun ve bahtın açık olsun. Ama şunu sakın unutma, her zaman senin yanında olacağım... -Baba! Baba, kendine gel! Baba!!
Ellerimi, babamın geniş omuzlarına koydum ve hafifçe sarstım. Bir türlü uyanmıyordu. Gözleri kapanmıştı uyuyor gibiydi, yüzü de gülüyordu ama... Ama onda bir değişiklik vardı. Nefes almıyor, kıpırdanmıyordu. Eli de, elimden kayıp gitmiş yatağın üstüne düşmüştü. Başımı, babamın omzuna dayadım ve hıçkırıklar içinde ağlamaya başladım. Gözümden düşen her damla, canımı daha çok yakıyordu. Her damlada, biraz daha öldüğümü ve artık yaşayamayacağımı düşünüyordum. Sonradan hatırladım, babama sözüm vardı. Ailemize, anneme ve ablama ben göz kulak olacak, onları koruyacaktım. Birden ağlamadığımı, sadece hıçkırdığımı farkettim. Babamdan güç alıyordum, ağlamamalı ve hayata karşı dimdik durmalıydım. Yavaşça oturduğum yerde doğruldum ve elimi kalbimin üstüne götürdüm. Doğrudan babama bakarak;
-Söz.
diye fısıldadım. Annem, hâlâ içeride telefonla konuşuyor, gülüşme sesleri içeriye kadar geliyordu. İçimden, anneme lanet savurarak yumruklarımı sıktım. Ama sakin olmalıydım, önümde büyük bir yolculuk beni bekliyordu...
30.05.1992
Bugün, benim doğduğum günün onikinci yıl dönümü. Annem, yanımda başka bir adamla oturuyordu. Mutlu olmam gerekirken mutsuz, huzurlu hissetmem gerekirken çok huzursuz hissediyordum. Yüzlerindeki gülüşün sahte olduğunu biliyordum. Bu mutlu günümde, ablam evlenmiş ve yeni bir aile kurmuştu. Onun adına çok mutluydum ve kurtulduğu için bu kadar sevindiğimi hatırlamıyordum. Unutmadan söyleyeyim, ben artık bir büyücüyüm. Hogwarts'ta eğitim görüyorum ve okulum, yuvam diyebileceğim tek yer. Annemle olduğumdan daha mutlu ve huzurluyum. Kendimi güvende ve rahat hissettiğim tek yer, Hogwarts! Mutluyum, orada. Şimdi, olayımıza geri dönelim. Nerede kalmıştım? Heh, en son doğum günümdeydik. John -Annemin ikinci eşi-, yanımda oturmuş ve etrafa sahte olduğunu bildiğim gülüşler dağıtıyordu. Onun gerçek yüzünü bir tek ben mi görüyordum ki? Pastamı, yavaş şekilde kestikten sonra bir dilim ağzıma attım. Fotoğraf makinasına da bir poz verdikten sonra, aradan saatler geçti ve herkes dağılmaya başladı. Ta ki evde, ben, annem ve John kalana kadar. John, annemi yatak odasına çekip kapıyı hararetli bir şekilde kapattı. O sırada ben, soğuk taş duvarlı oturma odamızda, minik bir kanepenin üstünde her şeyden bihaber şekilde oturuyor, ve onların sesi gelir diye kulak kesiliyordum. Bağırışma ve annemin hıçkırıklarını duyduğum an, tek elimde asa ile kapının önüne kadar geldim. Yavaş ve temkinli adımlarla, ses çıkartmadan ilerliyor, en küçük hareketi algılayabilmek için kulak kesiliyordum.
-Onu burada istemiyorum, Linda! O benim çocuğum değil, bir kere o bir insan değil! Bir büyücü! -John, lütfen böyle konuşma, o benim oğlum. Ne yapmamı bekliyorsun? -Ondan kurtul mesela, Linda! Onu, bu evde, ailemde görmek istemiyorum! Zamanı gelecek ve beni öldürmeye çalışacak, biliyorum! Kurtul ondan!
Annemin sesi, hafif ağlamaklı geliyordu. Gözlerinin dolduğu, sesine çok yansıyordu. Sinir katsayım yükselmiş, yıllardır biriktirdiğim öfke, sanki bir anda dışarıya çıkmıştı. Gözüm dönmüş ve aklımı karıştıran tonlarca soruda boğuluyor gibiydim. Sinirden, bütün vücudumu bir titreme sarmıştı. Asamı sıkıca kavradım, ve kapıyı hızlıca açtım. Bağırarak ve sinirden deliye dönmüş şekilde konuşmaya başladım;
-JOHN! Burası senin evin değil, benim evim! Dağdan geldin, bağdakini mi kovuyorsun?! -Benimle sakın böyle konuşmaya cüret edeyim deme, genç adam! -John, Evan! Kendinize gelin! Evan, hemen dışarı! -Sen karışma, anne! Sana gelince, John. İstediğim ile, istediğim gibi konuşurum. Ve şunu unutma, seni hiçbir zaman sevmedim. Bir daha görüşmemek üzere, lanet olası pislik! Expelliarmus! -Hayır!
Annemin, çıkan cırtlak sesinin ardından giden beyaz şerit, John'u tam göğsünden vurmuş, cansız bedeni yatağın üstüne düşmüştü. Müthiş bir kahkaha koyduktan sonra anneme baktım. Kaskatı şekilde John'un ölü bedenine bakıyor, ağır bir şekilde hıçkırıyordu. İçimde, ona karşı müthiş bir öfke oluşmuştu. Belki de son günlerimdi burada...
25.09.2007 Şu an buradayım, Hogwarts'tayım. Bütün sinsiliğim, serinkanlılığım, kötülüğüm ve hinliğim ile buradayım. Kendimi, evim dediğim yere adadım ve mutluyum. Bunca yıl, bana ablam baktı ve ona borçluyum. Beni büyüttü, ve okumama yardım etti. Artık bir müdür yardımcısıyım ve saygın biriyim. Ama kimse, gerçek yüzümü görmedi. Züppe görünüşümün altında yatan yaralı adamı, yaralı insanı gören olmadı daha. Soğukkanlı bir katil olduğumu bilseler, ne yaparlardı acaba? Annemin ölümü ve ablamda kalışım, bizi buraya, yani şimdiye getiriyor. Bakalım gelecek, bizlere neler gösterecek. Artık özgür biriyim. Özgürlüğü hissediyorum...
|
|